Neden Japonya? THY Smiles&Miles millerim yılbaşında yanacaktı, değerlendirmek istedim. Sonra biraz araştırma. Önce hangi ülkeler vize istemiyor ona baktım. Artık birçok ülkeye vizesiz gidebiliyorken, vize isteyen bir ülkeye gitmek istemedim. Gezmeye gideceğim bir ülkeye son altı aylık hesap işlemlerimin ve aldığım maaşın hesabını mı vermek. Neyse uzatmadan, seçenekler arasında Afrika (Fas-Cezayir, Mısır) Avrupa (Makedonya-Arnavutluk, Hırvatistan, Rusya) ve Asya (Dubai, Tayland, Japonya) vardı. Brezilya, Arjantin ve Küba da kulağa hoş geliyor. Kış şartları ve diğer ülkelerin nispeten daha yakın olması Japonya sonucunu doğurdu. Bir de 15 Aralık tarihine kadar Tokyo uçuşlarında %25 Mil indirimi vardı. Bu da 50.000 yerine 37.500 mil demek oluyor. Benim ne kadar milim vardı? 40.000! Süper bir seçim yapmışım
Gitmeden önce ilk fikir “spontan!” olmaktı. Plansız dertsiz tasasız gidip gezeyim diyordum (iyiki öyle yapmamışım!). Spontan ama nelerin fotoğrafını çekebilirim diye bir önaraştırma başlattım. Derken, fotoğrafını çekmek istediğim yerlerin tamamını gezmek için plan yapma ihtiyacı doğdu. Çünkü sadece 7 günüm vardı. Araştırma büyüdü ve her şeyi planlamış oldum.
Eski pasaporttan kurtulmak için Çipli Pasaporta başvurdum. Internetten Perşembe için randevu aldım, Emniyete gittim ve Pasaportum adresime Pazartesi geldi. Devlet’ten o zamana kadar aldığım en iyi hizmetti diyebilirim.
Tabii ki gidiş-dönüş uçak bileti. En önemlisi de 1 haftalık izin
Yanıma 80.000 Yen aldım. Her ihtimale karşı biraz Euro, TL ve kredi kartım.
Öncelikle Japonya çok pahalı. Özellikle Ulaşım cep yakıyor. Metro ve Otobüs tarifeleri 160 Yen’den başlıyor. Şehirlerarası Ulaşım için en cazip seçenek olan Hızlı Trenlerin bilet fiyatları Japonları bile düşündürüyor. Fakat Japon Demiryolları turistler için özel bir Paso çıkarmış: JR Pass (http://www.japanrailpass.net/). Dikkat edilmesi gereken husus, bu paso için Exchange Order sadece Japonya dışından satın alınabiliyor. Türkiye’de Harbiye’de bulunan bir turizm firmasından satın alabilirsiniz. Telefonla görüşüp Mail Order ile aldım, adresime 2 günde geldi. 7-14-21 günlük seçenekleri var. 28.300 Yen’e 7 günlük bir paso aldım. Japonya’ya gidince havaalanında elinizdeki Exchange Order belgesi ile JR Pass belgesini alıp gezmeye koyulabilirsiniz. Birkaç istisna dışında JR’a ait tüm Şehirlerarası Trenleri ve varsa şehiriçinde JR Metro hatlarını başka hiçbir ücret ödemeden sınırsız kullanmak mümkün. Benim için ne kadar fark etti? Eğer JR Pass olmasaydı yaptığım yolculukların tutarı 66.020 Yen’den fazla olacaktı. Yapmak istediğiniz yolculukları planlamak için http://www.hyperdia.com/ adresi çok faydalı.
Kalınacak yerler için de http://www.hostelmania.com adresinden iki hostelde rezervasyon yaptım. Günlüğü 1800 Yen. Aslında Ryokan denilen bizim tabirimizle geleneksel Japon Hanları var. Kültürü daha fazla yaşayabilmek adına güzel olabilirdi, ama vakit dar olunca ayarlayamadım. Bir diğer seçenek de bir Tapınak’ta kalmak olabilirdi. Şu aslında ilginç görünmüştü http://www.shunkoin.com/ burada Budist rahiplerle Zen meditasyon turu ilginç olabilirdi. Bunun dışında en bilinen alternatif kapsül oteller. Bunu da bir gece denemekte fayda var. Ben deneyebildim mi? Hayır.
Bir diğer önemli konu ise cep telefonu. Japonya’da GSM altyapısı yerine CDMA teknolojisi kullanılıyor. Kullandığınız cep telefonunun CDMA desteği yoksa Japonya’da kapsama alanı dışında kalıyorsunuz. Eğer ihtiyacınız olacaksa, Akihabara’da cep telefonu kiralayan birkaç yer gördüm. Havaalanından da cep telefonu kiralayabilirsiniz. Gitmeden araştırmakta fayda var!
Yolculuk
7 Aralık Salı günü saat 15:00’da şirketten çıktım. Taksiyle Havaalanına. Bilet ve Kontroller derken bekleme salonuna girdim. Silme Japon! Uçakta Host ve Hostesler dışında bir Türk daha vardı. Dönelim bekleme salonuna, beklerken Japonya alıştırmaları başladı. Kola makinesinin önünde sıra oldu resmen, paraların şıngırtısı aralıksız devam etti. Japonyada abartısız 10 metrede bir içecek makinesi bulabilirsiniz. Sıcak-soğuk çeşitli içecekler var. Bizim makineler biraz basit kalıyor onlarınkiler yanında, ama Japonlar idare ettiler işte.
Sonra bindik uçağa. İlk defa uzun mesafe uçuyorum, ama THY’yi bu konuda takdir ettim. Gidiş 11,5 saat, dönüş 12,5 saat, ama 3 saatlik otobüs yolculuğuna değişmem (fiyat parametresini göz önünde bulundurmayarak!). Terlik, tek kullanımlık diş fırçası-macunu, göz bandı, kulak tıkacı ve battaniye dağıtılıyor. Önünüzde bir Multimedia ekran var, birçok film, dizi, müzik ve oyun bulunuyor. Filmler arasında Avatar ve The Inception bile vardı (Taner, müzikler arasında da Mavi’nin albümü vardı!). İstediğinizi başlatıp kafanıza göre takılmak mümkün. İkramlar da gayet iyi, ardı arkası kesilmiyor. (Millerle bedavaya uçtum ya, reklam yapıyorum )
Giderken yanıma iki Japon kız oturdu. 4 Üniversite öğrencisi Türkiye’ye turla gezmeye gelmişler. Kapadokya çok hoşlarına gitmiş. Çok ilginç ses efektleri verebiliyorlar. Japonya’ya ilk defa gittiğimi öğrenince birbirlerine dönüp ilkini çıkardılar. Sonra gideceğim yerler hakkında bilgi verdiler. Nerede ne yenecek, nerelere gidilebilir vs. İngilizceleri idare ederdi, söylediklerini yazmalarını da istedim. Önce Japonca sonra Latin harflerle yazıp yanına da resimlerini çizdiler. Latin harflerle yazma konusunda biraz zayıflar, ama okunabiliyor.
İstanbul’dan 17:50’de kalkan uçak Tokyo’ya 12:30’da indi. Pasaport kontrolü sırasına geçtim. Sırayı yönlendiren bir adam vardı, sen şuraya geç, sen o sıraya. Bu tür insanları başka yerlerde görmek de mümkün. Bizim gibi sıra olmasını bilmeyen bir millet için de faydalı olabilir. Pasaport kontrolde iki işaret parmağınızın izi alınıyor ve bir fotoğrafınız çekiliyor. Sonra çantamı aldım ve bir gümrük araması oldu, derken işim bitti. JR Pass’ımı aldım ve Narita Havaalanından Tokyo’ya gidebilmem için tren biletimi verdiler. Narita Express ile 1 saatlik bir yolculuk (80 km, biraz yavaş bir başlangıç) ve Tokyo’ya geldim. Planda önce Kyoto vardı, ama Tokyo’dan Kyoto’ya geçip Hostel’e yerleşmeden önce Akihabara’dan Fotoğraf makinası için bellek almaya gittim. Çok fotoğraf çekerim diye 2 adet 8 GB’lık hafıza kartı edindim. Akihabara (Electric Town olarak da bilinir) Tokyo’da aralarında Duty-Free de olan elektronik mağazaların bulunduğu bir bölge. Fakat Japonya elektronik ürünler konusunda pek ucuz değil. Japon malı ürünleri dahi Avrupa’dan uygun fiyata bulamazsınız. Bunda çeşitli etkenler var. Yen’in son zamanlarda değer kazanmasından dolayı olduğunu söyleyenler olsa da, en büyük etkenler kültürel. Japonya’da bahşiş kabul edilmiyor. Kimse pazarlık yapmıyor. Parası olan almak istediği ürünü gidip alıyor, nerde daha ucuz araştırmıyor. Bir de iyi kazanıyor olsalar gerek. Böyle olunca da fiyatlar düşmüyor tabii.
Kyoto
Japonya’nın (gördüğüm) en geleneksel şehri. İlk gün Hostel’e yerleşip küçük bir şehir turu yaptım. Hostel’im Gion bölgesine komşu olunca bu bölgeden başladım. Gion bölgesi Geyşa görebileceğiniz tek yer. Lafı geçmişken Geyşalar hakkında da biraz bilgi vermekte fayda var. Düşünülenin aksine Geyşalar hayat kadını değildir. 2. Dünya savaşında Japon hayat kadınları kendilerini Amerikan askerlerine Geyşa olarak tanıtıp geçinmeye çalışmışlar. Bu nedenle yabancılarda böyle bir izlenim var. Geyşa’lar bir nevi eğlendirici olarak tanımlanabilir. Akşam yemeğinde konuklarına eşlik ediyorlar. Gelen misafire yemek ikramı ve çay seramonisi yapmanın yanı sıra, hoş bir sohbetle eşlik ederek, şiir okuyarak, dans ederek ve çaldıkları bir enstrüman eşliğinde şarkı söyleyerek iyi vakit geçirmelerini sağlamaya çalışıyorlar. Bunları yapabilmek için de uzun ve kimisi için yıldırıcı bir eğitimden geçtikleri söyleniyor. Bu eğitime 18-20 yaşları arasında başladıkları ve Geyşa olmadan önce Maiko olarak adlandırıldıklarını da belirtelim. Ben de gerçek bir Geyşa görebilmek ve belki fotoğraflayabilmek adına bu bölgede biraz (epey) gezindim. Tabii bir Geyşa’yla yemek yemek de güzel olabilirdi, ama maalesef sadece belli bir kesimin bunu yapabildiği veya bu kesimden birisinin size referans olması gerektiği söylendiği için aklımdan bile geçiremedim. Ayrıca biraz pahalıya patlayabilir. Fotoğraflarını çekememiş olsam da Kyoto’da 3 Geyşa görebildim.
Ertesi gün Hostel’den bir bisiklet kiraladım ve elimde harita Kyoto turuma başladım. Yol üstü sokakta tadımlık ikramlarda bulunan bir dükkanın önünde durdum. Dükkanlarda genelde satılan ürünler küçük parçalar halinde ikram ediliyor, bazılarının girişinde çay kahve ikramı da yapılıyor. Buradan biraz Yatsuhashi aldıktan sonra yoluma devam ediyorum. İlk durak Kiyomizu-dera Tapınağı.
Tapınağa çıkarken yol üzerinde birçok hediyelik eşya dükkanı ve yerel lezzetleri tadabileceğiniz mekanlar var. Yelpaze satan dükkanlar kesinlikle fotoğraf çekmenize izin vermiyor. Kiyomizu-dera tapınağı bir dağın eteğinde kurulu. Büyük tahta bir terası var. Rivayete göre bu terastan atlayıp kurtulanın dileği kabul oluyor, ama ben ordayken atlayan olmadı . Tapınakta değişik dua kağıtları satılıyor ve birkaç çeşme var. İnsanlar ellerini yıkayıp dua ediyor. Sonra da eğilip selam veriyorlar ve iki kez ellerini çırpıyorlar. Japonyada birçok yerde olduğu gibi burada da üniformalı öğrenci ve öğrenci grupları görmek mümkün. Haftasonları bile bu şekilde geziniyorlar.
Kiyomizu-dera’dan ayrılıp Nijo Kalesine doğru yola koyuldum. Bir yandan güneş var, ama ilginç bir şekilde yağmur da çiseliyor. Elde şemsiye bisiklet üstünde turuma devam ediyorum, arasıra da durup haritayı kontrol etmekte fayda var tabii. Neyse kaleye geldim, girişinde bisiklet parkı var! Günlüğü 300 Yen. İlginç buldum ve bisikletimi buraya park ettim. Polis izin verilen yerlerin dışında bırakılan bisikletleri dolaşıp topluyor, bir de bisikletten olmayalım. Şansıma o gün kampanya varmış, adam elime bir harita tutuşturdu, bugün buradaki parklara bisikletini bedava park edebilirsin dedi. Dedim Allah razı olsun, bisikletin günlük kirası zaten 1000 yen.
Kalenin hemen önünde ellerinde kağıtlar 3 kadın. İngilizce bilmiyorlardı ama Hiroshima’da atom bombasının atılmasıyla yaşanan felaket tekrar yaşanmasın diye imza topluyorlardı. Ben de attım imzamı, karşılığında da hediye olarak hareketli bir origami verdiler.
Sonunda girdim kaleye, girişten de İngilizce rehber cihaz aldım. Önce Ninomaru sarayını gezdim. Buranın girişinde ayakkabılarınızı çıkarmanız isteniyor ve her ziyaretçiye terlik veriliyor. Saraydan çıktıktan sonra bahçede tura devam ettim. Bir öğrenci elinde kitap bana yaklaşıp İngilizce bir şeyler okumaya başladı, çat pat İngilizcesiyle. Falanca okulda okuyorum, öğretmenim ödev olarak bir turistle fotoğraf çektirmemizi istedi, beraber fotoğraf çekilebilir miyiz? Dedim hayhay, yani Hai! Hai!.
Havanın yavaş yavaş kararmaya başlamasıyla mavi saatleri kaçırmamak üzere son durağım olan Kinkaku- ji tapınağına doğru yola koyuldum. Kinkaku-ji tapınağının duvarları altın kaplama, bir göletin ortasında ve fazla yaklaşmanıza izin verilmiyor. Ziyaret saatleri 5’te sona eriyor, bu yüzden mavi saatler için biraz erken oldu. Zaten tripod ile çekim yapılmasına izin verilmiyor, anca kenardaki çitlerden destek alarak net bir kare elde edilebiliyor. Mavi saatleri yakalayamayınca burada daha çok HDR’ye yönelik farklı pozlamalarla çekim yaptım.
8’de bisikleti teslim etmem gerekiyordu. Giderken hiç kaybolmamıştım, ama dönerken yolumu şaşırdım, ucu ucuna yetiştim 8’e. 8 saatlik bir bisiklet turu ve aralarda yürüyüşler biraz yorucu oldu tabii. Ama yetmedi üstüne 4 saat daha gezindim şehirde. İlk akşam çayhane adında bir mekan görmüştüm, onu tekrar bulmaya gittim. Adı çayhane, Japon (yeşil) olur Türk (siyah) olur çay içer miyim diye gittim, ama sadece hediyelik eşya satılıyor. Kasadaki kıza mekanın sahibi olup olmadığını sordum, değilim dedi. Sahibi Türk mü dedim. Yok, Japon dedi, ama bir süre Türkiye’de yaşamış. Mekanın adının Türkçe olduğunu biliyordu en azından. 12 saatlik yorucu bir gezintinin ardından Hostel’e döndüm. Ertesi gün erken kalkıp Hiroshima’ya geçmeyi planlıyorum.
Hiroshima
Kyoto’dan Hiroşima’ya doğrudan giden bir tren yok, en azından JR Pass ile binebileceklerimiz arasında. Osaka’da aktarma yapmak gerekiyor. Aktarma yaptığım trenin ilk istasyonu Osaka olunca binmek için önce temizlenmesini bekliyorum. Japonlar ciddi anlamda temizlik hastası. Sokakta tek bir çöp göremezsiniz, ama ağız maskesi takan birçok Japon görebilirsiniz. Hasta olduklarından değil, sadece hastalık kapmak istemediklerinden. Yanlarında fazladan maske bile taşıyorlar. Sürekli de takmıyorlar, arasıra takıp çıkardıklarına şahit olabilirsiniz. Trenler de kalkmadan 15 dakika kadar önce gelip her seferden önce temizleniyor ve bakımları yapılıyor. Kalkmadan 2-3 dakika önce binmenize izin veriliyor, yani temizlik biter bitmez.
İlk istasyonda yanım boş, ama sonraki istasyonda yanıma yaşlıca bir Japon amca oturdu. Ben de elimde Japonya kitapçığımı karıştırıyorum. Çantasını aldı, bir kağıt çıkardı, bir şeyler çizmeye başladı. İngilizce bilmiyordu, ben de Japonca bilmiyorum. Evet, 7 gün boyunca Japonca Konichiwa ve Arrigato olmak üzere iki kelime ile yetindim, ki Konichiwa’yı da pek kullanmadım. Teşekkür etmek yetiyor anlayacağınız. Bir yere girince eğilip selam vermek biraz da tebessüm yeterli oluyor. Sonra da Arrigato diyerek teşekkür edip çıkıyorum. Neyse, Japon amcadan birkaç kelime daha öğrendim. Fuji dağını biliyoruz, Fuji-sa, yani sa dağ demekmiş. Sonra o-cha yeşil çay. Yolculuk sırasında gezdiğim yerlerde çektiğim fotoğrafları da gösterdim. nitekim bir istasyonda dışarıdaki bir Kaleyi gösterip fotoğrafını çekebileceğimi işaret etti. Hatta birkaç poz almam için beni yerimden kaldırıp yardımcı oldu. Bir ara kartvizitini verdi, Takuma Goami – Representative Director and CEO of SUN-A Corporation. Sonra Hiroshima’ya geldik. Beraber indik trenden istasyondan çıkıyoruz. Dedi Miyajima’ya mı gideceksin? Yok, dedim, Hiroşima Barış müzesine (bunun Japonca adını not almıştım – tamam Türkçe, İngilizce veya Japonca bir iletişim yok ama anlaşabiliyoruz işte, bunlar altyazılar!). Tamam dedi gel. Ben de önaraştırmamı yapmışım, kırmızı otobüslerden birine binip oraya gidebileceğimi biliyorum, otobüslerin yerini tarif edecek diye beklerken adamı bir bayan karşıladı. O da İngilizce bilmiyor, ama dediler seni A- Dome’a bırakalım. Bu nazik davetlerini teşekkür ederek kabul ettim. Yolda aralarında konuşurlarken ben de arkada Hiroshima’dan ilk izlenimlerle birlikte birkaç fotoğraf çekiyorum. Derken amcamız bir şeyler işaret etmeye başladı, baktım bir kale. Arabada giderken birkaç poz aldım, kalenin bir yanından döndük, derken diğer yanından, sonra durduk. Dedim herhalde geldik, iniyoruz, ama eşyaları alma sadece fotoğraf makinesini al dediler. Sırf Kalenin birkaç pozunu alayım diye etrafında dönüp bir süre durduk ve yolumuzu uzattık. Ardından da beni A-dome’a bıraktılar. Ben de kendilerine nezaketlerinden ötürü teşekkür ettim ve ayrıldık. Böylece Japon misafirperverliğinin bir örneğini de yaşamış oldum.
A-Dome, A-Bomb Dome, Atomic Bomb Dome ya da orijinal adıyla Genbaku Domu; atom bombasının infilak ettiği noktanın hemen altında ve çevrede kalan tek tük binadan bir tanesi. UNESCO tarafından Dünya Mirasları Listesine alınan bu bina, Hiroşima’ya atılan atom bombası sonucunda hayatını kaybedenlerin anısına bir anıt görevi görüyor. Buradan T-köprüsü denilen köprünün üzerinden geçerek Barış Müzesi Parkına geçiyorum. Girişinde her sabah saat 8:15’te çalarak yeniden Hiroşima’lar yaşanmaması için Dünya’ya ilk defa atom bombasının atıldığı saati hatırlatan Saat kulesini görebilirsiniz. Sonrasında Park’ta Barış Çanı’nı ziyaret ettim. Çan Yunan Büyükelçiliği tarafından Park’a armağan edilmiş, üzerinde ülke sınırları olmayan bir dünya haritası ve Socrates’in “Kendini Bil” sözü yer alıyor. Çana tokmağın vurulduğu noktada Atom ve Hidrojen bombalarına karşı Atom Enerjisi sembolü diğer tarafında ise çanı çalan insanın kalbi sembolize edilmiş. Tüm dünya uluslarının gerçek barış içinde yaşaması ümidiyle, çanı çalarak sesini tüm kalplere duyurmanız öneriliyor. Ben de çaldım elbet! Ben Parkı gezerken başlarında bir öğretmenle birlikte bir öğrenci grubu da vardı, onlar da beraber fotoğraf çektirmek istedi, kırmadım. Ben de onların bir pozunu aldım. Japonların standart poz verme şekli, gayet de şirin duruyor.
Parkta ayrıca Atom bombası nedeniyle hayatını kaybeden çocukların anısına bir anıt ve tüm atom bombaları imha edilene kadar yanmaya devam edecek Barış ateşini görmek mümkün. Fotoğraflardan da görülebileceği gibi Hiroshima gayet yemyeşil. Şehrin her bir yanında Sonbaharda yaprakları kıpkırmızı olan ağaçların yanı sıra özenle budanmış yemyeşil ağaçları görebilirsiniz. Atom bombası atıldığında Hiroşima’da 75 yıl boyunca ot bitmeyeceği söylenmiş. Hatta bazı arkadaşların (ismini vermek istemiyorum: Serkan) ilkokul öğretmenleri de bu bilgiyi ısrarla veriyormuş (80’ler). Fakat ot bitmek bir yana, atom bombası atıldığında küle dönen bazı ağaçlar bile tekrar yeşererek Hibakusha’lara (Atom bombasından etkilenerek hastalanan insanlar) umut ışığı olmuş. Gittim bizzat gördüm!
Japonya genel olarak çok pahalı, ama Hiroşima Barış Müzesinde giriş sadece 50 Yen. Park ve Müze ile sadece Atom bombası gerçeği ve sonuçları hakkında farkındalık yaratıp insanları bilinçlendirmeyi amaçlamışlar. Herhangi bir ticari amaç güdülmemesi hoşuma gitti. Müzede kronolojik olarak atom bombasının neden geliştirildiği, neden Hiroşima’ya atıldığı, öncesinde, atılma anı, ve sonrasında neler olduğuyla ilgili çok detaylı bilgi veriliyor. Atom bombasının geride bıraktıkları izlerin yer aldığı birçok eşya hikayeleri ile birlikte sergileniyor. En az 3 saatinizi ayırmanızı tavsiye ederim.
Gün batımına yaklaşırken müzeden ayrılıp Miyajima adasına doğru yola koyuluyorum. Kısa bir yürüyüş, tramvay, sonra metro ardından feribotla adaya geçiyorum, ama hava kararmaya başlıyor. İçimde mavi saatleri kaçırıyor olabileceğime dair bir sıkıntı. Gelgit sırasında Miyajima adasında bulunan Itsukushima Tapınağına ait torii’nin (kapı – geçit) ayakları sular altında kalıyor. Gitmeden gelgit saatlerini de öğrendim. Öğlen ve gece 12’de su med (yüksek) seviyede, akşam 6’da ise cezir (alçak) seviyede. Gidecek olursanız bunu http://tbone.biol.sc.edu/tide/tideshow.cgi sitesinden de sorgulayabilirsiniz. Adaya sürekli ve üstelik karşılıklı feribot gidip-geliyor, 5-10 dakika sürüyor ve JR Pass ile ücretsiz. Feribottan inip torii’ye doğru hızlıca yürümeye başladım. Kaldırımda bir sürü Japon geyiği ağaçların altına yayılmış. Tripodumu kurup torii’nin fotoğraflarını çekmeye başladım. Baktım geyiklerden birisi benim çantaları yemeye başladı. Aldım çantaları başka yere ama nafile! Neyse yanımda bisküvi vardı onu verdim, bisküvilerle de yetinmedi hayvan paketini de yedi. Sonra tekrar çantalara sardı. Hayvanı itip kakmak da istemiyorum, kutsaldır neyim. Tapınaktan Budist rahipler samuray kılıçlarıyla çıkagelip beni biçmesinler sonra! O kadar insan arasından da gelip beni bulması.. Şans işte. Neyse, birkaç fotoğraf çektim, suların da çekilmeye başlaması ile insanlar torii’nin yanına kadar gidip fotoğraf çekmeye başladılar. Ben de indim tabii. Biraz çamurlu, ama batmıyor insan. Yakınına gidince iyi bir kare alabilmek için geniş açılı bir lens gerekiyor. Bende var mı? Yok. Ama sizin aklınızda olsun!
Günbatımına yetişip birkaç kare almanın sevinciyle adadan ayrılıp tekrar Hiroshima’ya döndüm. Uçaktaki Japon kızlar Hiroşimayı duyunca bir heyecan bir yemek ismi yazdılar listeme, ama listeyi Kyoto’da Hostel’de unutmuşum. O kadar meşhursa kime sorsam bilir, birisine sorar yerim dedim. Birkaç dükkana sordum, İngilizce bilen yok, birisi dedi dur, falanca İngilizce biliyor çağıralım gelsin. Ona sordum çok meşhur bir Hiroşima yemeği varmış, nedir? Tatlı mı yemek mi derken, birkaç bir şey saydı ama çok Hiroşima’ya özgü bir yemek tavsiyesi veremedi. Daha sonra Kyoto’da başka insanlarla konuşurken Hiroşima’da okonomiyaki yemedin mi dediler. Hiroşimalılar dışında herkesin dilinde, bir heyecanla Hiroşima hakkında ilk dedikleri şey! Her yerde Okonomiyaki yiyebilirsiniz, ama Hiroşima’da oraya özgü bir yapılış şekli varmış, Hiroşima’ya gitmişken tatmanızı tavsiye ederim.
Fukuoka
Fazla da geç olmadan Hiroşima’dan Hızlı trenle Fukuoka’ya doğru yola koyuldum. İstasyonun adı Hakata. Japonya dört ana adadan oluşuyor: Hokkaido, Honşu, Şikoku ve Küşü. Fukuoka’ya gidene kadar hep Honşu adasındaydım, böylece batıda yer alan Küşü adasına da geçmiş oldum. Fukuoka aslında planda yoktu, ama Kyoto’da İspanyol bir çocuk, ki ısrarla benim İspanyol olmadığıma inanmakta güçlük çekti, tavsiye etti. Aslında sadece bir Onsen’e gitmek istiyordum. Japonya’da volkanik hareketlilik söz konusu, aktif yanardağlar var. Bunlar da Onsen denilen volkanik Japon kaplıcalarını oluşturmuş. Üç günlük bir koşuşturmacanın ardından kendimi bir Onsene atıp bir gün mola vermenin iyi olacağını düşündüm.
Fukuoka’ya akşam ulaşınca biran önce Hostel’i bulup check-in yapmam gerekiyordu. Fukuoka, Kyoto ve Hiroşima’ya nazaran çok daha hareketli geldi, ama ilk defa çevrenin pek tekin olmadığını hissettim. Gezindiğim bölgeden dolayı da olabilir. Biraz zor da olsa Hostel’i bulabildim. Odayı ayarladım ama maillerimi kontrol etmek için internete ihtiyacım vardı. Hostelde aslında internet olmalıydı, ama o gün bir sorun varmış. Resepsiyondaki eleman bir internet cafe önerdi, hatta arayıp sordu. Telefonda uzun bir süre “Hai! Hai! Hai!” dedikten sonra, bana dönüp cafe’de internet kullanabilmek için Japonya’da bir adresim olması gerektiği ama elemanlarla konuştuğunu pasaportumla da giriş yapabileceğimi anlattı. Gittim mekana, girişte bir resepsiyon, iki eleman duruyor ve İngilizce bilmiyorlar. Ama bizim hosteldeki eleman telefonda durumu açıkladığı için konuya çok yabancı değiller. Dedim internete bağlayın beni. A-B-C tipleri var dedi elemanlar, hangisini istersin. Farkları ne diye sordum. Önce fiyat farkından bahsettiler. 390-490-590 Yen açılış ücretleri sonra yarım saatte bir 100 Yen ekleniyor yanlış hatırlamıyorsam (bir de Türkiye’de en pahalı interneti kullanıyoruz diyoruz), ama ücretsiz içecek ikramı var. Peki dedim, ama farkı ne bu tiplerin, hız mıdır, nedir olay? Anlatamayınca, gel dedi eleman gezdireyim. İçeri girdik, loş ışık, büyük bir salon, ve birkaç sıra raf var. Bir internet cafeden çok karanlık bir kütüphane izlenimi bırakıyor insanda. Raflarda sayısız manga, dvd vs. vardı. Neyse Türkiye’de de görmeye alışkın olduğumuz yanyana 3-4 bilgisayarın durduğu bir alanı gösterdi eleman. Bunlar A tipiymiş. Sonra devam ettik, eleman bir sürgü kapı açtı, içerde bir masa, kocaman deri koltuk, bir bilgisayar, bir televizyon al sana internete girmek için özel bir oda! Böylece B-tipini de görmüş oldum. A’dan B’ye böylesi bir geçiş sonrasında C-tipinde nasıl bir hizmet sunduklarını merak etmeye başlamadım değil. Ama baştan söylemeliyim, biraz hayal kırıklığına uğradım. C-tipinin B’den tek farkı o kocaman deri koltuk yerine yer minderine oturmanız! Böylece Japonya’daki internet cafe konseptini de görmüş oldum.
Ertesi sabah onsene gitmek üzere yola koyuldum. Otobüse bindim, ilginç bir şekilde ücret binerken değil inerken ödeniyor. Ön tarafta elektronik bir pano var, bindiğiniz durakta en düşük ücreti gösteren alanda, ki bu 140 Yen, indiğinizde ne kadar yazıyorsa o kadar ödeyip iniyorsunuz. Tabii elemanlar binerken ve inerken bir şey okutuyorlar, bizdeki Akbil’in baya bir gelişmişi olsa gerek, nitekim Akbil daha ziyade KGS görevi görüyor, oysa elemanlar gayet OGS modunda ilerliyor. Panodaki ücret de birkaç durakta bir 40 Yen artıyor. Gittiğiniz kadar ödediğiniz güzel bir sistem.
Geldik son durağa, okyanusun dibinde inip onseni buldum. Girişte bir şemsiyelik, ama numaralı-kilitli, o derece. Japonların ilginç bir şemsiye kültürü var. Tokyo’da da bir alışveriş merkezinin önünde şemsiye poşetleyici vardı. Şemsiyeyi kapatıp makineye sokup çekince poşetleniyor. Onsenin girişinde ayakkabıyı çıkarmak gerekiyor, ayakkabıyla basılabilen yer bir basamak alçakta kalıyor. Sonra resepsiyondan bir anahtar alıp ayakkabılığa kilitliyorsunuz ayakkabınızı. Resepsiyonda iki hatun vardı, birisi orta yaşlarında diğeri genç. İkisi de İngilizce bilmiyor. Fakat turistler için bir çeviri hazırlanmış, alt alta birkaç cümlenin çevirisi var, hem Japoncası yazıyor hem de inglizcesi. Hatun bakıp anlatmak istediklerini sırasıyla gösterip okutuyor size. Ama çeviriyi hazırlayan arkadaşın İngilizcesi pek iyi sayılmaz, tense’leri çalışması lazım biraz, neyse ben çözdüm genel olarak. Giriş 700 Yen, saunayı da kullanmak isterseniz 1400 Yen oluyor. Bana bir bohça verip soyunma odasını gösterdiler. Bohçadan iki havlu bir de pijama çıktı. Onsene çıplak giriliyor, ama erkek-kadın ayrı tabii. Benim dışımda yabancı olmayınca onca Japon arasında biraz sırıttım. Soyunduktan sonra yıkanıp sonra isterseniz biraz saunaya girebilirsiniz. Onsendeki suda çeşitli mineraller var, gittiğiniz onsene göre farklılık gösteriyor. Hepsinin farklı farklı işlevleri olduğu söyleniyor. Kayalık bir havuzun içine sürekli su akıyor. Benim onsenin bir de okyanus manzarası vardı. Aralık olmasına rağmen dışarıdaki onsene girdim. Su zaten sıcak sadece hava biraz soğuk. Onsenden çıktıktan sonra pijamaları giyip mekanı biraz turladım. Konsept odalar yapmışlar. Birisinde yerde hasır var isteyen yere uzanıyor (inanılmaz keyifli) diğer bir seçenek altıgen kapsüller. Kapsülün altı mermer, içine uzanabiliyorsunuz. Bir yandan da sobanın çıtırtısı ve zen müziği geliyor. Japonlar yanlarında okumak için birşeyler getirmiş, cumartesi gününü orda geçiriyorlar. Başka bir odaya geçtim, biraz daha serin, yerde uzanmanız için kocaman deri bir yastık var. Birkaç farklı oda daha vardı. Birisinde de dvd alabiliyorsunuz. Deri koltukta kendi ekranınızda istediğinizi izleyebilir veya televizyona takılabilirsiniz. Keyifli bir gün geçirmek için birebir.
Öğlen oldu, acıktım artık. Restorana indim. Vitrinde birkaç çeşit yemek var. Neyse oturdum ve Sashimi söyledim, çiğ balık salatası, güzeldi.
Kyoto
Bir gün Fukuoka’da dinlendikten sonra, tekrar Kyoto’ya döndüm. Kyoto’da son olarak Fushimi-Inari tapınağını ziyaret edip Tokyo’ya geçicem, bir yandan da Geyşa görme ihtimalimi yükseltme çabasındayım. Fushimi-Inari bir dağın eteğinde binlerce torii’den oluşuyor. Torii’lerin Japonya’nın birçok şirketinden hediye olarak geldiğini okudum, üzerlerinde de şirketin adı yazıyormuş (sanki hepsinin üzerinde aynı şey yazıyor). Torii’lerin oluşturduğu tünellerde yürüyerek aralarda çeşitli tapınaklar görebilirsiniz. Tam bir tur attım, tahminim 4.2 km mesafe yürüdüğüm yönünde. Fotoğraf çekmek için süper bir yer, keşke fotoğrafları biraz daha aşağıdan çekseymişim, o açıdan çok daha iyi görünüyor. Tünellerde gezinirken tesadüfen bir fotoğrafçı grubu ile karşılaştım. 5-6 kişi ve bir model! Kimono içinde Japon bir kız ve elinde bir şemsiye. Kaçak 2 poz aldım, sonra bir poz için izin istedim. Fotoğrafçılardan birisi diğerine dönüp bir poz işaret etti, bir şeyler söyledi, sonra bana dönüp eliyle işaret ederek bir poz alabilirsin dedi (İngilizce değil, tahmin edersiniz). Bunun üzerine model de bana gülümseyerek poz verdi. Tek poz şansım olduğu için biraz heyecanlandım sanırım, tam denklanşöre basarken monopodu hafif oynattım ve makinayı titrettim. Poz da biraz bulanık çıktı doğal olarak. Biraz üzüldüm kareye ama olsun. Artık son durak olan Tokyo’ya gitme vakti.
Tokyo
Tokyo’da Pazar günü Harajuku çevresinde gençler değişik kıyafetlerle gelip poz veriyor, o nedenle gidip birkaç fotoğraf çekmek istedim. Ama yetişemedim. Hızlı tren düşündüğümden biraz geç ulaştı Tokyo’ya. Yolda bir ara tüm trenler durup bekledi. Hostelde bir süredir Japonya’da olan gençler bahsetmişti, zaman zaman Japonlar trenlerin önüne atlayıp intihar ediyormuş. Malum intihar oranı biraz yüksek. Böyle olunca tren bir süre duruyor, nerden baksanız yarım saat, ama ilginç yanı yine de zamanında ulaşabiliyormuş bir sonraki istasyona. Bunun içinde normalde gittiği hızdan daha hızlı gitmesi gerekiyor, yapabiliyor demek ki. Ama benim durumda bir kaza olmuş sanırım, ve bir saat kadar gecikti.
Tokyo için son iki günümü ayırmıştım, ama metroyla durak durak gezmek dışında pek bir şey yapamadım, sürekli yağmur yağdı. Tokyo Towers’a gittim. Eiffel kulesinden esinlenerek yapılmış. 150 metre ve 250 metre olmak üzere iki katı var. 360 derece tüm Tokyo ayaklarınızı altında. Fakat hava muhalefeti nedeniyle çok iyi fotoğraflar çıkmadı. Dışarıdan da bir elde şemsiye kulenin bir pozunu alabildim sadece.
Sonra okonomiyaki yemek için bir mekan aradım. Birkaç mekana sordum, ama yapmıyorlarmış, birisi tarif etti nerede bulabileceğimi. Buldum mekanı, akşam 10’dan sonra olunca benim dışımda müşteri yok, aşçı vardı sadece. Mekan kendin pişir kendin ye tarzı. Masaların ortasında bir ızgara. Aşçı sadece malzemeleri getiriyor, ama ben yabancı olduğum için benim için yemeği de pişirdi. Elemanın İngilizcesi vardı, bir süre meksika’da ve almanya’da aşçılık yapmış. Yaptığı okonomiyakinin Hiroşima’dakinden çok farklı olduğunu söyledi. İçinde yumurta sebzeler biraz et ve deniz ürünü vardı. Tek müşteri olduğum için çubukla yemesini de gösterdi, biraz pratik yapma fırsatım oldu.
Son gün sabah Tokyo’daki Tsukiji Balık Pazarına gitmeyi planlıyordum. Dünyanın en büyük balık pazarı olduğu söyleniyor, meşhur turistik yerler arasında. Sabahın erken saatlerinde gidilmesi öneriliyor, yunusların açık arttırmaları oluyormuş. Fakat bazı turistler işin suyunu çıkardığı için artık sadece Japonlara açık olduğunu söylediler. Turistleri uyarmışlar, ama pek laftan anlamıyorlarmış. Öte yandan Japonları uyarınca söz dinledikleri söyleniyor. Açık arttırmaya izin yok, üstüne hava yağmurlu ve inanılmaz yorgunum o yüzden gitmedim. Bu arada en taze sushiyi Tsukiji civarında bulabileceğiniz söyleniyor.
Böylece bir Japonya macerasının sonuna geldim. Biraz detay anlatmaya çalıştım. İlk yazım olması nedeniyle biraz acemilik de var elbet. Ne kadar anlatsam boş gerçi, yaşamak lazım! Planlayıp da yapamadığım çok şey var, bir daha gitmek isterim. Gidecek olursanız hakkını vermek açısından en az 2 haftanızı vermelisiniz. Sonbaharda kıpkırmızı yapraklı ağaçlar ve ilk baharda ağaçlar çiçek açtığı sırada gitmek güzel olabilir. Nisan ayında halka açık Geyşa gösterileri de oluyormuş. Japonya’yı herkesin bir kere gezip görmesinde fayda var.
Japonlarla ilgili birkaç özellik saymak gerekirse:
inanılmaz saygılılar. Bu bazı hareketlerine de yansımış durumda. Elleriyle bir şey alıp verirken iki ellerini de kullanıyorlar. Selamlamak için eğiliyorlar. Hatta posterlerde bile eğilen resimleri var, bir posterde eğilen köpek bile gördüm! Trenlerdeki görevliler vagona giriş ve çıkışlarda yolculara dönüp mutlaka selam veriyorlar.
Çok fazla İngilizce konuşmuyorlar,
genel olarak çekingenler. Üstüne İngilizce de bilmiyorlarsa sizi görmezden gelebiliyorlar. Ama yaklaşıp bir şey sorarsanız güleryüzlü karşılı verip yardımcı olmak için ellerinden geleni yapıyorlar ve güvendesiniz. Japonya dünyanın en güvenli ülkelerinden birisi olarak biliniyor
4-14 Aralık arası 10 günün bilançosu:
2 kıta (Asya, Avrupa)
2 ülke (Türkiye, Japonya)
3 ada (Honşu, Küşü, Miyajima)
6 şehir (İstanbul, Konya, Tokyo, Kyoto, Hiroşima, Fukuoka) uçakla 20.298 km
shinkansen hızlı trenleriyle 2.530 km
kyotoda bisikletle 8.2+ km
feribotla 4.4 km
uzunca yürüyüşler
ve 980 kare
Harcamalarım:
79.999 Yen nakit harcama (1 Yeni hatıra olarak sakladım:)
382,07 TL uçuşun vergisi
28.300 Yen (524 TL) – 7 günlük JR Pass
360 TL – 10 yıllık Pasaport